16.12.11

'yakına gelmiyor hiç, uzaklar.'

Hold On (Please Don't Go) by Jori King on Grooveshark

sabahın çok erken saatleri.

yorucu bi gece yolculuğundan sonra güzel bi uykuya ihtiyacı vardı. ama kime gidecekti? saate baktı. 06:04. gökyüzüne baktı. ay hala gökyüzünde. kışı işte bu yüzden sevmiyordu. gün erken bitiyor, geceyse bitmek bilmiyordu. sabah bir türlü gelmiyordu sanki. sırt çantasını takıp, upuzun saçlarını savurdu arkaya. soğuk hava biraz açılmasını sağlamıştı neyseki. taksiye binmek için terminalin içinden geçecekti. içeri girdiğinde ellerinde bavullar, çantalar, paketlerle bisürü insanla karşılaştı. 'bu saatte bu ne kalabalık böyle?' diye geçirdi içinden. bi an tereddüt etti sonra. nereye gidecekti? neden buraya gelmişti? duygularını fazla önemsiyordu bu aralar. hep bu yüzdendi işte.. bir şeyler için çabalamazsa, onu o şekilde terkettiği için uzun zaman kendiyle hesaplaşıyordu çünkü. vicdan azabı çekiyordu. 'neden yapmadım zamanında?' dememek için.. sahi, birçok şey zamanında müdahale etmediğimizden, çekindiğimizden, alındığımızdan, kırıldığımızdan, kızdığımızdan, sessiz kalmanın iyi olduğunu düşündüğümüzden bitmiyor muydu? buna daha fazla izin veremezdi.


nereye gideceğini bilmiyordu hala. taksilere doğru ilerledi. biraz bekledi. kendi gibi taksi bekleyen bir çok kişi vardı. taksiler peşpeşe geliyordu. işte şimdi bir çift daha bindi taksiye. 'ne kadar güzel, beraber bi yerlere
gidebilmek.
' ve ardından bi genç kız daha tek başına bi taksiye atladı. 'belki o da nereye gideceğini bilmiyordur.'

“demek hayat böyle iki adım ilerisi bile gözükmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı? kullanamadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı?”

sıra gelince hemen yanıbaşında bi taksi durdu. sırt çantasını içeri atıp, taksiye bindi, yerleşti, kapıyı kapadı.


22.11.11

dream

ne kadar zaman geçti bilmiyorum.. sanki yazmayı unutmuş gibiyim. sanırım bir süredir aklımı kaybetmiş bir şekilde beni mutlu edecek şeyler arayışındaydım. buldum. hayat aslında hiç de o kadar zor değil. olabilir, birini sevebilirsin, yüz vermez, senle ilgilenmez, hayatına hiç almaz ya da alır sonra terk eder, olabilir. geldiğini bir buçuk kilometre öteden gördüğün ve yine de bir şekilde seni şaşırtmayı başarabilen sonlarla karşılaşabilirsin. işinde mutlu değilsindir, soğuk bir sabaha uyanıp ayakların geri geri giderken aslında, iş yerine varabilirsin, bir anda kendini çekilmez bir ortamda bulabilirsin, çok normal. ama eğer yalnız değilsen, hele de etrafındaki insanlar seni güldürebiliyor, eğlendirebiliyorsa; hayatla beraber dalga geçebiliyorsanız, bundan daha güzel ne olabilir?


gerçekten de, deneyip başaramayıp, üzülerek, daha çok üzülerek, mutsuzluktan mahvolarak geçen zamanların bir sonu geliyor. zaten hep dediğim gibi dibe vurduktan sonra yukarı çıkmaktan başka seçeneğin kalmıyor. 'hepimiz kötü şeyler yaptık', yaşadık. 'bu kötü insanlar olduğumuz anlamına gelmez' ya da kötü şeyler yaşamamız gerektiği.. 'gerçekten değer verdiğimiz şey "an" olsun. "geçmiş" değil.'

çünkü..

'ölmeden önce bilmeniz gereken tek şey: okumak istediğin kitapların çoğunun, sayfalarında gezinemeden kapanacak gözlerin. söylemek istediğin bir dolu şey, dökülmeyecek hiç ağzından. yerin iki metre üzerinde uzanıyor olacak o "ölmeden önce görmen gereken 1001 yer". babil'in bahçelerini içine ekmek için onca çaban. kalbini gümbür gümbür attıran başka kalpler de yanında, artık sessiz. elbet torunum yapar diye umut ettiğin, ama onun da kaçamayacağı tek kader.. budur.

insan dediğin ölür durur.'

ölmeden önce, 'an'ı yaşamak dileğiyle..

o yüzden, dinliyoruz.. (: - 'don't matter, no!


10.8.11

uğur böceğinin hikayesi

"bugün sizlere uğur böceğinin hikayesini anlatacağım. bu hikaye için güzel yıllara, anılara yelken açmamız gerekecek, yani çocukluğumuza..

çoğu çocuk heyecanla avucuna konmasını bekler uğur böceğinin. uğur böceği, avucunuzu açtığınız gibi konmaz avucunuza. hileye başvurmanız gerekir. onun yürüdüğü yöne doğru parmağınızı götürürsünüz ve elinize tırmanmasını beklersiniz. o tırmanmaya başladı mı, elinizde hafif bir karıncalanma ile o an içinizi kocaman bir mutluluk kaplar. uğur böceği uçmadan, hemen bir dilek dilemeniz gerekir. o esnada tutulan dilekler çocukları bir anda mutluluktan havalara uçurabilecek dileklerdir. diledikten sonra dileğinizi tekerlemelerle (uç uç uğur böceği, annem sana terlik, pabuç alacak) uçmasını beklersiniz uğur böceğinin. tekerleme biter bitmez kanatlanırsa uğur böceği avucunuzdan, o an dünyanın en mutlu çocuğu siz olursunuz.

yedinizde de olsanız, benim gibi yirmi dördünüzde de olsanız (yaşlanmışız haberimiz yok) uğur böceğini gördüğünüzde heyecan kaplar bedeninizi, hafif bir gülümseme yerleşir dudaklarınıza. uğur böceği sayesinde içinizin mutlulukla dolması için uğur böceğini öyle detaylı incelemenize gerek kalmaz. onu hileyle avucunuza alıp dileğinizi dilediğinizde kanatlanması kafidir. hal böyleyken bile bu derece mutlu oluyorsanız eğer, uğur böceğini tanıdıktan sonra avucunuzu açtığınızda kanatlanıp avucunuza konduğunu düşünün. dilediklerinizin gerçekleşmesi için onun kanatlanıp uçmasına gerek kalmadığını düşünün. o hep avucunuzda olur. o olmadığı zaman dilek dileyip avucunuzu açtığınızda gelip kendiliğinden avucunuza konar.

bak uğur böceği, bu seferki dileğim senin için olacak. o avucunu açtığında ve de dilek dilediğinde kanatlanıp avucuna konacağın kişiyi bulasın ve dileklerinizin gerçeklemesi için her daim onun avucunda kalasın. uçma uğur böceği, bu kez senin dileğin gerçekleşsin.."

edit büdüt: içten bir teşekkür ve bisürü güzel dilekler, messe'ye.. :)

15.7.11

kötü hayaller

kötü bir şeyler olsun istiyorum bana.

mesela çok kötü bir trafik kazası geçirmeliyim. bir kolum ve bir bacağım kırılmalı. gözümün biri morarmalı, şişmeli. alçılar içinde yatmalıyım bi hastane odasında. bütün vücudum acıdan kıvranırken, ziyarete gelenler görmeli halimi, üzülmeli halime. o kadar ki buna dayanamayıp beni yalnız bırakmalı. yapayalnız kalmalıyım o odada. yalnızlığıma ağlamalıyım. moraran gözüm ağlarken yanmalı, daha çok şişmeli. yandıkça, senin haberin olmamasına, senin gelmemene, beni ziyaret etmemene içerlemeliyim. gözümden dökülen her damla yaşı yine de senin için biriktirmeliyim bir şişede.

ya da denizde yüzerken bir girdaba yakalanmalıyım. çok fazla çırpınmalı, gücüm tükenip çok fazla tuzlu su yutmalıyım ama boğulmadan önce biri beni tutup çıkarmalı. insanlar toplanmalı etrafımda sahilde. öldüm mü acaba, yoksa yaşıyor muyum diye merak etmeliler. belki iç organlarım zarar görür, sonrasında hep tedaviyle geçirmeliyim hayatımı, bayat bir şekilde. ve olayın şokuyla deniz fobim oluşmalı. bir daha balkona çıkıp, yakamozlu bir gecede seni düşünerek denizi seyreyleyememeliyim.

bilmiyorum, belki de intihara kalkışmalıyım. iki bileğimi de bir hışımla kesmeli, kanlar damlarken yere yavaş yavaş, bilincimi kaybetmeliyim ben de. odaya gelen biri beni kanlar içinde bulmalı. hissetmeliyim o korkuyu, o acıyı. beni bulan kişi çığlıklar atmalı. bileklerimi sarmalı daha fazla kan kaybetmeyeyim diye, dua etmeli ölmeyeyim diye. hemen hastaneye yetiştirmeli ama hastanede bir türlü A rh negatif kan bulamamalılar mesela. ha öldü ha ölecek derken, son anda bulmalılar kanı.

ve her şeyin sonunda haberin olmalı senin.

illa çok kötü bir şey mi olmalı bana sevgili, pişman olmak için? 
>>bunu da dinleyin 

1.7.11

tuhaf bir yaz gecesi bu..

böyle dans edecektik mutfakta, çay bi yandan demlenirken, hayallerimizdeki müzikle..

"tuhaf bir yaz gecesi dolaşıyor dışarıda.
gürüldeyen külrengi bulutlar, bulutların arasından kanlı bir orak gibi arada gözüken huzursuz bir hilal, geceye toz gibi dağılan sessiz bir yağmur..
hiçbir şey yerli yerinde değil bu akşam.
sanki macbeth’in cadıları çıkacak bir yandan.
en neşelisinde bile kekremsi bir hüzün bulduğumuz eski şarkılar çalıyor.
eğer hayatımız, üstünde damalar olan o kartondan oyunlardan biri olarak konsaydı önümüze, kaybetmeye pek de aldırmadığımız bir oyun olarak, bugüne dek yaptığımız hamleleri aynen yapar mıydık?
yoksa değişik mi olurdu bütün hamleler?
hayatımız, kaybetmeye aldırmadan renkli kareler üstünde parmağımızın ucuyla ittiğimiz bir taş olsaydı eğer; zarlar atıldığında ve şu yana mı, yoksa öbür yana mı süreceğimizi düşündüğümüzde, en doğrusunu endişesizce seçeceğimiz bir oyun olsaydı, taşımızı mutluluğa doğru daha rahat mı sürerdik?
'taşımı o yana doğru sürmeseydim keşke' dediğimiz kareler yok mu hayatımızda?
'bana uzanan o eli değil de öbürünü tutsaydım' dediğimiz yada 'arkasından seslenseydim, gitme deseydim' dediğimiz kareler.
mutluluğa çok yaklaştığımızı bildiğimiz halde mutluluğa arkamızı döndüğümüz ve yıllarca hep hatırlayıp tuhaf yaz gecelerinde kendimizle hesaplaşmak için, hatıraların arasından çekip çıkardığımız anlar.
bir başkasının hayatı gibi yaşasaydık kendi hayatımızı, 'istiyorsan yap' diye rahatça öğütler verip yapılacak olanı hiç tereddütsüz söyleyebileceğimiz yabancı bir hayat gibi yaşasaydık eğer, acaba daha doğru ve daha mutlu bir hayat mı yaşardık ?
taşlarımızı oynanması gerektiği gibi mi oynardık acaba?
bir başkasının hayatında mutluluğa giden yolu bu kadar açık ve aydınlık görürken, kendi hayatımızda neden yolumuzu kaybediyor, neden mutluluğa ulaşmakta bu kadar zorlanıyoruz?
..
mutlulukla aramızda kendimiz mi duruyoruz?
garip bir soru bu..
ama ya doğruysa?

..
korkuyor muyuz mutluluktan?
yoksa yaşanmamış olanları yaşanmış olanlardan daha mı fazla seviyoruz?
'ona sevdiğimi söylemeliydim' yada 'onunla gitmeliydim' dediğiniz anlar yok mu hayatınızda?
niye demediniz, niye gitmediniz ?
korktuk değil mi?
istediğimiz kadar mutlu olamayacağımızdan, terk edileceğimizden, sıkılacağımızdan, başkalarını üzeceğimizden, yaşadığımızın bir gün sona ereceğinden, dostlarımızın yada ailemizin bir gün karşı çıkacağından, yalnız kalabileceğimizden korktuk.

korktuk, çünkü bir oyun değil hayat..
yada bir oyun gibi yaşayacak gücümüz yok bizim.
kundera’nın o çok ünlü romanındaki kahramanı gibi 'hayatı o kadar hafif yaşamaya yetmiyor bizim gücümüz'..
ağır bir şekilde yaşıyoruz biz hayatımızı. mutluluk kavşaklarında hafif manevralar yapamıyor, ağır hamlelerle mutsuzluğa pişmanlığa doğru yürüyoruz.
taşımızı yanlış yöne sürüyoruz.
..
hepimizin hayatından bazı hayaller yürüyüp geçti, hayatımızda kalabilirlerdi, onlara izin vermedik, söylenmesi gerekenleri söylemedik onlara, 'kal' demedik, 'gel' demedik, 'geliyorum' demedik.
konuşmamız gereken yerde sustuk.

tuhaf bir yaz gecesi bu..

bulutlar kaynaşıyor ve hava serin.
ürperiyorum..
'ürperiyorsun' dese benimle mutsuzluğa yürüyen bir dostum, 'rüzgardan' derim ona..
'hayatımızı bir oyun gibi yaşasaydık eğer böyle mi yaşardık, mutluluğa sürmez miydik taşlarımızı' dese biri bana susarım.

biri size böyle söylese..
bilmem siz ne dersiniz..
bir oyun gibi yaşasaydık.."

(Ahmet Altan)

23.6.11

musmutlu yaşlar !

arkadaşlarımız.. şöyle bir düşündüğümüzde ne kadar da çok diyecebileceğimiz ama aslında kendine yakın bulduğun 3-5. belki de sonuna kadar güvendiğin, her şeyini paylaştığın sadece 1-2. bazı zamanlar çokça konuşup başlarını ağrıttığın belki, bazı zamanlarsa susup içine attığın halde yanında olmaya devam eden, sessizliğini bile paylaşan, anlayan.. ağlayamadığın zaman gözyaşlarını bi şişeye doldurup gönderebilecek olan.

hani hep bilirsin ya, o hep ordadır, kızsa da, küsse de, hissettirir kendini, yanıbaşındadır. işte öyle olmalı zaten arkadaşlık. ne olursa olsun, sıkı fıkı kalmayı başarabilmektir. işte böyle bi anda, en yakın arkadaşlarımdan birinin doğumgünürötarlı bi şekilde buradan kutlamak bence güzel olurdu. çünkü biliyorum ki, desteğe her ihtiyacım olduğunda o yanıbaşımda olacak.

p.s. 'gülümseme koymadığım için endişelenme.' burdan belli edemiyorum 'ama bu beynimin gülmediği anlamına gelmez.'

p.p.s. eğer izlemediysen mary and max'i kesinlikle en yakın zamanda izlemelisin.

p.p.p.s. en önemlisi: iyi ki doğmuuuuuş ! hep böyle kalmak dileğiyle..

p.p.p.p.s. 'bu arada su kaplumbağalarının anüslerinden nefes alabildiğini biliyor muydun?'

sevgiyle.. "J

15.6.11

göğe bakalım

sevgilim günlük,

bugünlerde o kadar çok moralim bozuluyor ki. oturduğum yerde, hiçbişi yokken stres yapıyorum. korkunç rüyalar görüyorum. merdivenden tırmanmalar, köşeye sıkışmalar falan. bence hepsi bugünkü ay tutulmasından kaynaklanıyor. 15 gün öncesinde ve sonrasında etkileri çok yoğun olacakmış diyorlar.

şaka bir yana, etkisi gerçekten var mı yok mu bilmem de, sıkıntılarımın sebebi, 5 gün sonra gireceğim yüksek lisans mülakatı olsa gerek. kendimi hiç hazır hissetmiyorum günlük ! nasıl hazır olunur onu bile bilmiyorum. gerçi 5-10 dakikalık bir mülakat. neden bu kadar sıkıntı yaptığımı bilmiyorum. evet bence sakin olmalıyım. tamam sakinim. derin bir nefes aldım.

biliyor musun günlük, mörfi amcanın kanunları var ya, hani onun 'eğer bir işi halletmek için birden fazla olasılık varsa ve bu olasılıklardan biri istenmeyen sonuçlar veya felaket doğuracaksa; kesinlikle bu olasılık gerçekleşecektir." kuralı var ya, işte ben o olsun istemiyorum. düşündüm ki eğer yüksek lisans hayallerimden vazgeçersem, aslında istemiyormuşum gibi yaparsam, benim için en istenmeyen sonuç yüksek lisansa kabul edilmem olacak. bu sayede hem mörfi hem ben kazanacağız. bence oldu bu. :)

tamam, aslında bunlar da işin eğlencesi. mülakata az kala biraz stres yapmak iyidir diyerekten strese giriyorum ben zaten. çok sakin olunca insanlar bu sakinliğime anlam veremiyorlar. stres yapınca da, 'ya ne diye stres oluyorsun, ne olacak sanki?' diyorlar. insanları nasıl mutlu edeceğimi artık bilmiyorum ben günlük. onlar çok şey istiyorlar hep.


şu anda burada ay tamamen tutuldu. yakamozdan eser yok. çok karanlık oldu gökyüzü birden. 'bu karanlık böyle iyi afferin tanrıya / herkes uyusun iyi oluyor hoşlanıyorum.'*

her şey iyi güzel de, 19-20-21 haziran'da soli güneş festivali var pompeipolis'te, evimizin önünde. ve ben o tarihlerde ankara'da olacağım. neden festivallerde hep başka yerlerde olmak zorunda kalıyorum? neden ben, neden ben hı günlük ?

hep bu ay tutulması yüzünden !

* (turgut uyar - göğe bakma durağı)

3.6.11

ben küçükken ..

bugün de bi mim'le devam edelim. sevgili üsturupsuz yazar mim'lemiş beni. teşekkür ederekten konumuzu söylüyorum hemen: "ben küçükken .. sanırdım." ne kadar güzel değil mi ? aslına bakarsanız bu mim'i çok sevdim ama nedense aklıma bişi gelmedi uzun süre. gerçi bir kaç günde topladıklarım da çok sayılmaz. ee başlayalım o zaman.

* ben küçükken adımı fatoş sanırdım. evet, anasınıfına kadar bana sürekli fatoş denildiği için, sınıfta yoklama alan öğretmenin, adının fatma olduğunu söylediğinde yaşadığı şokla eve giden şapşik çocuğun, kızarak annesine: "anne ! benim adım fatoş değil, fatma'ymış. siz yanlış söylüyormuşsunuz" dediğini düşünün bi. hoş, ilkokulda da hep yıldız dediler bana. ortaokuldaysa fatma diye seslenenlere dönüp bakmıyordum bile.

* ben küçükken bulutların pamuktan olduğunu sanırdım. bu yüzden bulutlarda yaşamak hep güzel gelmişti. ne kadar güzel derdim, yumuşacık, böyle toprak yok, taş yok, ayakkabısız dolaşabiliriz.

* ben küçükken iç çamaşırını ip çamaşırı sanırdım. atletin ip askıları var diye öyle bir çıkarım yapmıştım kendimce. karşıdaki kişi, iç çamaşırı dediği halde beynim onu ip çamaşırı algılardı. iç çamaşırı olduğunu kabul etmem uzun zamanımı aldı.

* ben küçükken halamın iki çocuğunu babannemin çocukları sanırdım. gerçi o mantıkla onların benim amcam ve halam olmaları gerekirdi ama kuzenlerimdi. ama siz de ne zaman babanneye gidilse orda olan, orda yiyip içen, orda yatıp kalkan kuzenleri görseniz öyle düşünürdünüz.

* bir de bendekiler tükendi diye, ablamın küçükken sandığı bir şeyi söylemek istiyorum. ablam küçükken aşkın nur yenginin şarkısı olan 'ay inanmıyorum'u 'ayran buyurun' sanıyordu. sonradan sözlerinin 'ay inanmıyorum' olduğunu öğrendiğimizde baya gülmüştük.

benden bu kadar. yine aklıma gelirse editlerim artık. bu mim'i öncelikle 'mim ne?' diyen sevgili jeremy'e nam-ı diğer kozmikadam'a ve felix felicis'e gönderiyorum. güle güle kullanın. öperim.

edit büdüt: ay dur, bir de messe'ye göndereyim. onun da mim'i olsun. :)
edit büdüt 2: bence bu mim'i .GöğeBakmaDurağı.'na da göndermeliyim. eminim çok ilginç şeyler çıkacak.

1.6.11

sahte veda sendromu

birini çok iyi tanımazsınız, nazik sözlerle belki yanağından öperek vedalaşırsınız. sonra, daha beş dakika geçmeden metro istasyonunda ya da otobüs durağında karşılaşırsınız. ortam bir anda gerginleşir çünkü her iki taraf da ne söyleyeceğini bilemez, beş dakika öncesinin havası tamamen kaybolmuştur. önünüze bakar ve metronun/otobüsün /taksinin bir an evvel gelmesi için dua edersiniz.


sonra metro/otobüs/taksi geldiğinde bir kere daha vedalaşır, gülmeye çalışarak "yeniden güle güle." gibi saçma sapan bir şeyler söylersiniz. ama ilk seferki gibi değildir ve yeniden yanağından öpüp öpmemeniz gerektiğini merak edersiniz. her şey bir anda sahte gelmeye başlar, aynı berbat bir notla birinden ayrıldığınız zaman olduğu gibi.

vedalar tekrarlanmamalıdır. 

 (marian keyes - anybody out there)

31.5.11

aynı zamanda

dinleyerekten >> all that fascination baby

biraz muhabbetin ardından ayrıldık. o yine yapayalın bir halde yollara düşecekti. bu sefer gerçekten öyle olduğunu taa derinden hissedebiliyordum hem de. hiçbir zaman tam zamanında gelmeyen otobüs bekletiyordu soğukta onu. biliyordum, soğuk içine işliyordu ama o sesini çıkarmadan bekliyordu. belki de kızıyordu bana içinden kim bilir. sonunda otobüs geldi. bindi ve gitti.

mesaj atsam iyi olur dedim. saçma sapan hareketlerime anlam veremiyor, beni uzak gördükçe kendini de uzak tutuyordu benden. haklıydı. ben bile ne yaptığımı bilmiyorken, o nasıl bir şeyler yapabilirdi? ne yazsam diye düşünürken her zaman olduğu gibi zaman su gibi akıp geçmişti. acelem yoktu ve kaybedecek bir şeyim de yoktu ama anlam veremediğim bir his engelliyordu beni. ona hep uzak olmalıyım hissi. belki de korkuydu bu. bağlanma korkusu? o da beni terkeder korkusu? onu kaybederim korkusu? düşünmek istemiyorum daha fazla.

gitti bu sefer. gitti bile. ve ben, her zamanki gibi ne halt ettiğimi bilmiyordum.

18.5.11

sing, sing, sing !

çok mutluyum, deli gibiyim. öyle böyle değil. danışmaya bırakılan su tospiği ya da dolabımda bulduğum kurmalı müzik kutusu gibi. ama hepsinden güzeli, en güzeli. o değil de sürprizleri sevmem sanıyordum, yalanın batsın senin.

kapı çaldı, bi koşu açtım.
kargo.
'bana mı?'
'neden?'
'kimden?'
'ne ki acaba?'
 ..diye sorular dolanırken ayağımın altında, paketi kaptım ve açtım hemen.


bi adet kapağı kırık hindi zahra cdsi (ki gelirken kırıldı diye üzülmüştüm, meğerse birileri bana çok sinirlenip çarpmış cdyi heralde :p), çook eski, 1982'den kalma çok tatlı bi kart ve bi an için anlam veremediğim, idrak edemediğim bi adet bilet. rockncoke bileti ! 17 temmuza kadar heyecandan ölmezsem şayet, hala inanamıyorum ve ölebilme ihtimalim var, neredeyse fan olduğum grubu göreceğim. traviiiiiiiiiiiiiiis !!!

bitti.

17.5.11

rüyalar ya da diğerleri

uyanırsın. dün gece yine o kadar karışık rüyalar görmüşsündür ki. hep aynı konulardır halbuki. sürekli bişiler için uğraşırsın o rüyalarda ve bi türlü sonunu getiremezsin. tedirginlik hat safhadadır ya da belirsizlik. gerçi bi gün öncesine göre çok daha iyisindir.. o sabırsızlık, 'yapmalıydım, etmeliydim, demeliydim' düşünceleri yerini sakinliğe bırakmıştır sonunda. yine de aklında binbir türlü soru işaretiyle yeni düşüncelere yelken açarsın.


'diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? haklısın. belki de çok az.. o zaman şöyle demeliyim: seni az tanıyorum. az..
sen de fark ettin mi? az dediğin, küçücük bir kelime. sadece a ve z. sadece iki harf. ama aralarında koca bir alfabe var.' *

(* hakan günday, az)

15.5.11

eksik hissediyorum.

çok mutluyum. çok üzgünüm. biraz da dertliyim. tam olarak yaşayamadım sanırım. yaşamak derken, içine işlemesi aslında duyguların. çünkü ben göremiyorum, duyamıyorum, anlayamıyorum bazen. bazen de -mış gibi yapıyorum. ama sevdiğimden. `tedirginim, aynı zamanda tetikteyim. yavaşça indiriyorum yelkenleri.´ konuşamıyorum ki. hem de anlatamıyorum. anlaşılamıyorum. anlam veremiyorum. düşünüyorum, hissediyorum, ee biraz da biliyorum ama empati ? ı-ıh. 

sanki her şey çok yeni başlamış gibi. konuşuyorum, konuşuyorum da yapmaya gelince duruyorum. neşeliyim çok, hareketliyim de. bi de hüzünlü. abartırım da çok, abartılıyım da çokça. ama sade olan şeyleri de severim. çünkü dengesizim.  


saçmayım, saçmalarım. çünkü heyecanlıyım, çok heyecanlanırım ve utangacım ve kıskancım ve dikkatsizim ve vurdumduymazım ya, ama yine de..

7.5.11

çot.

erkenden uyandı. çünkü bugün çok heyecanlı geçecek gibi görünüyordu. mutfağa girip, bi kahve yaptı kendine. kahveyi o kadar çok seviyordu ki.. kalbi çok gürültülü atıyordu aslında ama esneyerek 'günaydın' diyen arkadaşı bunu 'üst kat komşunun yaramaz çocukları yine evin içinde koşturuyorlar' sandı. zaten dışardan bakan birisi onu hep sakin görürdü. hep soğukkanlı..

'ne giysem' diye düşündü. aslında çok çok önceden ayarlamıştı ne giyeceğini, senaryolar yazmıştı, diyaloglar, mimikler, hislere kadar. yine de düşünmeden edemedi ne giyeceğini, ne diyeceğini, ne hissedeceğini. hemen hazır olmalıydı, kahvaltısını yapıp çıkmalıydı. arkadaşlarıyla buluşup, hiçbir şey olmayacakmış gibi davranacaktı. dışardan çok sakin görünecekti ama iç organları, başta kalbi, telaştan kriz geçirecek durumda olacaktı. biliyordu. hep öyle olmuştu çünkü.

son dakika aklına gelen 'şalımı da alayım, akşam soğuk olur' düşüncesiyle dışarı çıktı. neyseki hava güzeldi. hava güzel olunca, duygular da güzel oluyordu. kafasını kaldırmadan, bir hızla kampüse ulaştığında arkadaşlarının 'nerede kaldın, açlıktan öldük' bakışlarıyla karşılaştı. kahvaltı yapacakları bir yere oturup portakal suyunu yudumlarken, her şey çok normaldi. herkesin keyfi yerindeydi ve herkesin keyfi yerindeyse, bir şeylerin ters gitme olasılığı neredeyse yoktu. ama o, çok neşesini sakladı, sadece gülümsemelerini bıraktı havaya.

zamanı gelmişti, gidip bir selam verecekti. yutkundu. hiçbir zaman birine selam verirken heyecanlanmazdı halbuki. çot diye karşısına çıkar, gürültülü bir 'selam' çakar, gülümserdi. ama şimdi, çok zor geliyordu. korkutan neydi, onu bile bilmiyordu. bir kere daha yutkundu.

çot diye değil, dışardan sakince, içindense..

-merhaba. 

"J

10.3.11

dem-be-dem

her ne kadar blogspot yasaklanmış da olsa, buralardan uzak kalamıyorum, karar verdim. sonra farkettim ki, last fm vs. gibi sitelere girebilmek için kullandığım dns, blogspot adreslerini de açtığına göre, yazı yazmaya devam edebilirim.

bu sürede bi de tumblr adresi aldım ama nedense orayı bi türlü benimseyemedim. hey ! ama bir görseniz, gerçekten benim yaşıma uygun bi yer değil. bazı günler sadece foto paylaşıyorum. ama ben yazmayı seviyorum ki.. oraya da yazdığım şeylerin okunduğundan şüpheliyim.

sonuç olarak, geçen hafta ankaraya gitmemle başlayan hayatımdaki değişiklikler çok saçma ve durdurulamaz bi hale geldi bugünlerde. fakat her şey farklılaşırken evdeki durumların aynı kalması beni yine depresif duygularıma sürüklüyor. çünkü yine sabahları geç kalkıyorum, yapacak bir şey bulamıyorum, bilgisayarı açıp saatlerce dizi izliyorum ve erken saatlerde yine kendimi yatakta buluyorum. hatta çoğu zaman bütün gün yerimi bile değiştirmediğim oluyor. çok hüzünlü.

anladım ki işe yaramadığımı bilinçli bi şekilde düşünmüyorum fakat içlerde bi yerde bana bunu sürekli hatırlatan bi mekanizma var. bir de annemin tuhaf hareketleri. böyle olacağını biliyordum ama yine de kendimi buna kaptırmam sanıyordum.

hayatımın dem-be-dem kötüleştiğini hissettikçe, çarelerim azalıyor. yazdıklarım da karamsarlaşıyor. ve ben hala ama hala çözüm bulamıyorum.

az kaldı, profesyonel yardım isticem sanırım.

edit büdüt: aa evet, iki gün de olsa bu yıl 'kar' gördüm. bu konuda mutluyum.

26.2.11

terzi

tek başına alışverişe gitmeyi;
elimdeki dondurmayı dert etmeden mağaza gezmeyi;
yanımdan geçen insanların ne konuştuğuna kulak misafiri olmayı;
saatlerce kitapçıda durup, hiç kitap almadan çıkmayı;
motivasyonel konuşmalarla başkalarını desteklemeyi;
saniyede 1738469 şey düşünebilmeyi;
ve hiçbirine önem vermemeyi;
başkalarının dediklerini umursamamayı..

..öğreniyorum fakat hala içimdeki strese, isteksizliğe, korkuya dur diyemiyorum.

bu sefer terzi gerçekten kendi söküğünü dikemiyor.

edit büdüt: alakasız biliyorum ama sağ taraftaki anketime bi göz attınız mı? :)

23.2.11

Gece.

En yakın zamanda bi Lady Gaga gecesi düzenleyip, kendimize gelmemiz lazım artık. Biliyorum, herkesin biraz toparlanmaya ihtiyacı var, ki bu toparlanmayı en güzel Gaga gecesi ile yapabiliriz. Çünkü, marjinal ve kesinlikle abartılı. Tabi sonrasında bu durumdan hoşnut kalıp, Gaga gibi giyinmeye devam edenlerimiz olursa, bilemeyeceğim. Gecenin tek şartı 'Lady Gaga' gibi giyinmek. Hadi bakalım. :)

Bi de şunlara bakın. Kesinlikle güzel olabilir böyle bi gece.



Edit Büdüt: Kareler 'Glee' ekibinden tabi ki :)

21.2.11

Kumsal.

Üniversiteden en yakın arkadaşlarımdan biri, kendisi evlilik ve aile işlerine pek meraklı, şu an Londra'da yüksek lisans yapıyor ve yine de ordan bana laf yetiştirmeye devam ediyor. Biraz katı olduğumu düşünüyor ikili ilişkilerde, evet, evlenme hayallerim olmadığından ya da sevgi gösterilerinden pek hoşlanmadığımdan olsa gerek. Öyle, bunu inkar etmiyorum. Hayallerimi de, sevgimi de içimde, kendi başıma yaşamayı seviyorum. Bu bencillik mi yoksa? Hiç sanmıyorum. :) Geçen gün yine konuşurken, evlenecek olursam, nasıl bi düğün olacağını hayal etmemi tembihledi kendisi. Pek de üstünde düşünmeden bi senaryo yazdım hemen.

'Kumsal. Kumların üstünde kurulmuş bi platform, tahtadan. Platformun kenarları beyaz tüllerle süslenmiş. Hafiften sıcak bi rüzgar esiyor. Denizden gelen yaz esintisi işte. En önemlisi, platformdan denizin içine doğru uzanan bi yol, dalga kıran gibi. Şimdi biraz ayrıntıya giriyorum. Gelinlik önü kısa, arkası uzun, straplez ve hafif. Sanki ben dikmişim gibi, sade, abartısız, şatafatsız. Saçlar dağınık, duvak saçlarımın uzunluğunda ve saçlarıma hippi stili tutturulmuş. Ayakkabılarsa yok. Çünkü az sonra çok güzel bişi yapıcaz. Halhalım var. Damat, beyaz gömlek, beyaz pantolon giymiş ama salaş şeyler ve ayak yalın aynı şekilde. Önce nikah. Hepberaber denizin içine doğru ilerleyen yoldayız. Ve 'evet' dendikten sonra gelinle damat elele tutuşup suya atlıyoruz. Çok eğlenceli, o kadar çok gülüyoruz ki, biraz deniz suyu yutuyoruz :) Sonra platforma tekrar çıkıyoruz, bi yandan kururken, bi yandan da müzik çalıyor ve eğlenmeye devam ediyoruz.'


Bunun kısa versiyonunu anlattıktan sonra, yatağıma uzandım, bi an gözümü kapadım ve böyle bi düğünüm olmayacağını çok da iyi bildiğimi düşündüm. Hem evlenecek olsam bile böyle bi düğün istemezdim o zaman, biliyorum.

Ne kadar hüzünlü. Ne kadar da uzak her şey.. (Resimdeki yer bile Fiji'de)

19.2.11

Böylesine güzel bi Mim !

Aa bu arada tamamen unutmuşum. Sevgili saykik'im beisa~,  BBS üzerinden bana bir mim göndermiş. Halbuki ilk olarak bunu yazacağım demiştim. Mim'imizin konusu hangi çizgifilm karakteri olmak isterdiniz? Ne kadar güzel bi mim değil mi?

Ve hemen ve aslında pek de düşünmeden söyleyeceğim ki, ben kesinlikle the Little Mermaid (küçük deniz kızı), nam-ı diğer Ariel olmak isterdim. Belki çok güzel şarkı söylediğinden, belki bi şeye ulaşmak için yanlış şeyleri feda etmesi onunla kendimi içselleştirmeme neden oluyordu. :) Gariptir ki, sonu kötü biten çizgifilmlerden de biridir. Yine de eğer hala küçük deniz kızının hikayesinden haberi olmayan varsa, bi google'lasın.

Eh işin zor kısmı, bu mim'i kimlere göndersem acaba?
Galiba sadece Çapulcu Haritası'ndan meltem'e göndereceğim ve okuyup da "aa ben de bu mim'i yazmak isterdim" diyen her yazara tabi ki :) ama yazarsanız bana da haber verin, okuyayım olur mu? Bu mim'i çok sevdim.

17.2.11

Bu bir iç dökme yazısıdır.

Uzun süredir yine buralara uğramıyordum. Bazen yazma hevesimi yitiriyorum ve kaçınılmaz bir şekilde uzaklaşıyorum. Garip olanı, hayatım tam olarak süper de değil, yani aslında tam yazma modlarında olmam gerekirken, neden unutuyorum yazmayı? Uzak kaldığım bir ay süresince düşünüyorum da tam manasıyla boş geçirdim vaktimi diyebilirim. Sömestrla beraber evde bir süre bi hareketlilik oldu elbet ama hissen bana bi etkisi bulundu diyemem. Biraz gezme tozma, biraz alışveriş, lise arkadaşlarımla buluşmalar, guitar hero, yeni başladığım dizi 'Glee', şarkılar, şarkılar, şarkılar, resimler, deniz, sabah, güneş. İşte aynı her şey. Hatta gitgide kötüleşiyor mu diye düşünmeye bile başladım.

O kadar umutsuz, karamsar biri değilim neyseki. Yoksa Ocak-Şubat ayı konusu 'depresyon' olan Psikeart dergisinde kendimi kaybedebilirdim. Misal şimdi, her şeyi boşvermiş bi şekilde bloglarda geziniyor, biraz buraya karalıyor, sonra biraz okuyor, sonra hevesleniyor, bi yandan da durmadan şarkı dinliyorum, her zamanki gibi. Şu an başlayan şarkı da ruh halime çok uyuyor inanın. The Replacements - Unsatisfied "well, I'm-a, I'm so, I'm so unsatisfied"

Kahretsin yine de biraz karamsarım. Hemen bundan kurtulmalıyım. Bu bir iç dökme yazısıdır. Öpücükler. Bıy.

Edit Büdüt: Ah bu arada, Sketch Swap diye bir site var, bi tane sen çiziyorsun, yolluyorsun ve karşılığında sana başkasından bi çizim geliyor. Ve bana gelen çizime bakın. Biliyor-dum! Yal-nız de-ği-lim! :) - bu arada siz de çizmek isterseniz, burdan buyrun >> Sketch Swap

17.1.11

ama siz beni ağlatacaksınız :'(

böhüü.. bugün bana bisürü hediye geldi ve sevinsem mi ağlasam mı bilemedim. hüzünlendim işte hepberaber olamadığımız için. öyle güzel ki hediyelerin her biri, nasıl sevmem. yanımdan zor ayırırım artık ben bunları.

çok teşekkür ederim bitanecik dostlarım, sırdaşlarım, neşeli küfcüklerim, herbişilerim. :)
hepsi çoooooook güzeeeeeeel !!! :))

ama ben ağlarım ühühühü :'(
hediyelerin fotolarını koyup ölümsüzleştireceğim bu anı sonra.
öperim bisürü bisürü ikinizi de..

edit büdüt: artık benim de bi kar kürem var :)

15.1.11

ilham

bugün deniz pırıl pırıl yine, söylemiş miydim? ama içimde bi karanlık. gariptir ki, bu karanlık yanında büyük bi ilham getiriyor bana. habire bişiler yazasım var ama, buralara değil. oturup saatlerce sayfa sayfa yazmak istiyorum. artık bi kitap çıkarma olayına girişsem mi?

hı, bi bu eksikti.

hı, zaten yazıcaktım, doru ya.

8.1.11

yağmurlu günler

uzun zamandır dinleyemiyordum, şimdi dinleyince nasıl mutlu oldum nasıl bir bilseniz. çünkü o 'travis' ve siz biliyor muydunuz? o benim 'neredeyse fan' olan tek grubum.

bu havalara pek de güzel gider; travis'ten why does it always rain on me? 

dinleyelim bakalım..

Why Does it Always Rain on Me? by Travis

bi kutu anı

liseden kalma bi kutu anım var topu topu. bi kutu. ama bi kutu deyip geçmeyin, içinde ne anılar var. her yıla ait bi günlük, arkadaşlarla derslerde yazılan karalamalar, anı defterleri, fotoğraflar, yıllık yazıları vs. okurken eğlendim mi, bu kadar salak, yani ciddi anlamda salak olduğuma utandığımdan mı güldüm bilmiyorum. ama bir insan bu kadar salak olamaz ya. hem de lisedeyken. bu günlük olayı çok fena bişiymiş.

sanki okulun en popüler, en sevimli, en güzel, fırtınalar estiren gözde hatunuymuşum gibi herkesin bana nispet yapmaya çalıştığını, herkesin beni sevdiğini falan sanıyormuşum. gerçekten de ergenlik dönemi tam da "dünya benim etrafımda dönüyor" ya da "küçük dağları ben yarattım" zamanları.

aman diyeyim, o dönemden kalma günlüklerinizi yakın gitsin. en iyisi bu gibi görünüyor.

çok utanıyorum.
 

J's Süpernova !