20.1.13

gözlerimi açtığımda

gülümseyerek uğurladılar evden. annemden babamdan bir kere daha ayrılmış, çalıştığım yere doğru yola çıkmıştım. ne demişler, doğduğun yer değil doyduğun yerdir evin. günlerden pazardı ve hava gerçekten soğuktu. yolda gözlerimi kapadım, çok uzun değil, 4-5 saat sonra akşamın geç saatlerinde kendi evimde olacaktım. gözlerimi açtığımda soğuk çimlerin üzerinde yatarken buldum kendimi. üzerimde montum, çizmelerim, çimlerin üzerine yayılmış çantalarım.. yerimden kalkıp kafamı kaldırdığım zaman gördüğüm manzara inanılmazdı. bir sürü peri bacası görünümünde sarı taşlardan yapılmış korkunç evler dik bir yokuş boyunca yukarıya doğru uzanmışlardı. evlerin her iki yanından geçen dik yollar ve nadiren geçen arabalar vardı.



benim bulunduğum yer ise şehrin merkezi olmalıydı ki burada insanlar çoktu, hepsi montlarına bürünmüş, kadınlar kapalı ve sadece önlerine bakarak hızlı adımlarla bir yerlere gidiyorlardı. neredeyim, nasıl buraya geldim diye düşünmeye fırsat kalmadan adamın biri elime bir kağıt tutuşturdu. bu kağıdı, adını ilk defa duyduğum bir öğretmene ulaştırmamı söyledi. ve koşar adım uzaklaştı yanımdan. iki-üç adım sonra nereden geldiğini anlamadığım bir silah sesi duydum ve adamın yere yığılışını gördüm. galiba ölmüştü. hayır hayır, kesinlikle ölmüştü. duygularım alınmış gibi hiçbir şaşkınlık ifadesi yaşamadım. bu şehirde böyle şeyler çok normal olmalıydı. insanlar kendi işleri ile ilgilenmeye devam ediyorlardı. kimse ölen adam için kılını bile kımıldatmıyordu.

yolun karşısında çok katlı bir dersane görünce karşıya geçtim ve binaya girdim. bu elimdeki kağıt ne ise önemli bir şey olmalıydı ve o öğretmene ulaştırmalıydım. içeri girdiğimde kocaman bir boşlukla karşılaştım. büyük ve bomboş bir binaydı. buraya gelen öğrencilerin hiç şanslı olmadığını düşündüm. bir anda aceleyle içeri giren tombul ve yüzü çok güzel bir kadınla karşılaştım. garip bir şekilde aradığım kişinin o olduğunu hissediyordum. kendisinin peşine takılarak elimdeki kağıdı gösteriyordum. alice'in sürekli bir yerlere yetişmesi gereken tavşanı gibi, kadının peşinde koşturuyordum ben de. çünkü durmak bilmiyordu. beraber birkaç kat çıktıktan sonra, bir masa, eski püskü dolaplar ve birkaç sandalye olan, yine insandan muzdarip bir odaya girdik. yüzü güzel, tombul ve aceleci kadın bir klasör çıkarıp elimdeki kağıdı klasörde bulunan birkaç sayfanın arasına gizler bir şekilde taktı. bu kağıdın bir öğrencinin sınava giriş belgesi olduğunu anladım o an. içimde birine yardım etmenin verdiği garip huzurla aşağı indiğimde başka öğretmenlerle karşılaştım.

neden kimse kim olduğumu sormuyor? 

birinin 'sen işine haber verdin mi? bugün pazartesi ve şu an işte değilsin.' dediğini duydum. önce anlam veremedim. 'bir şey olmaz ama yine de arayayım. buradan nevşehir'e otobüs var mı?' diye sordum ortaya. 'yok, niğdeye var' dedi birisi. 'olsun' dedim. 'ben oradan nevşehir'e geçebilirim. nasıl olsa bir saat uzaklıkta.' iş yerimi aramak için telefonuma baktığımda arama kaydımın ve bütün rehberimin silindiğini gördüm. ilk defa o an, ben buraya nasıl geldim, neden şu ana kadar kimse beni arayıp sormadı diye düşünüp ağlamaya başladım. bu bir kabus olmalıydı. başka açıklaması olamazdı. dik yokuşa ve korkunç binalara bir kere daha baktım. en son gelen mesajlardan biri duruyordu, babamdan: 'neden yolu değiştiriyorlar?' diye sormuştu. gelirken yolumuzu değiştirmiş olmalılar ve buraya gelmiş olmalıyım ama neden, neden kimse beni arayıp nerede olduğumu sormuyor diye ağlamaya devam ederken uyandım.

gözlerimi açtığımda soğuk çimlerin üzerinde yatarken buldum kendimi.

hayıııır ..?!

edit büdüt: hastalık nedeniyle görülen kötü rüyalarda bir anlam aramamalı, değil mi? :(
 

J's Süpernova !