sabahın çok erken saatleri.
yorucu bi gece yolculuğundan sonra güzel bi uykuya ihtiyacı vardı. ama kime gidecekti? saate baktı. 06:04. gökyüzüne baktı. ay hala gökyüzünde. kışı işte bu yüzden sevmiyordu. gün erken bitiyor, geceyse bitmek bilmiyordu. sabah bir türlü gelmiyordu sanki. sırt çantasını takıp, upuzun saçlarını savurdu arkaya. soğuk hava biraz açılmasını sağlamıştı neyseki. taksiye binmek için terminalin içinden geçecekti. içeri girdiğinde ellerinde bavullar, çantalar, paketlerle bisürü insanla karşılaştı. 'bu saatte bu ne kalabalık böyle?' diye geçirdi içinden. bi an tereddüt etti sonra. nereye gidecekti? neden buraya gelmişti? duygularını fazla önemsiyordu bu aralar. hep bu yüzdendi işte.. bir şeyler için çabalamazsa, onu o şekilde terkettiği için uzun zaman kendiyle hesaplaşıyordu çünkü. vicdan azabı çekiyordu. 'neden yapmadım zamanında?' dememek için.. sahi, birçok şey zamanında müdahale etmediğimizden, çekindiğimizden, alındığımızdan, kırıldığımızdan, kızdığımızdan, sessiz kalmanın iyi olduğunu düşündüğümüzden bitmiyor muydu? buna daha fazla izin veremezdi.
nereye gideceğini bilmiyordu hala. taksilere doğru ilerledi. biraz bekledi. kendi gibi taksi bekleyen bir çok kişi vardı. taksiler peşpeşe geliyordu. işte şimdi bir çift daha bindi taksiye. 'ne kadar güzel, beraber bi yerlere
gidebilmek.' ve ardından bi genç kız daha tek başına bi taksiye atladı. 'belki o da nereye gideceğini bilmiyordur.'
“demek hayat böyle iki adım ilerisi bile gözükmeyen sisli ve yalpalı bir denizdi. tesadüflerin oyuncağı olacak olduktan sonra ne diye bir irademiz vardı? kullanamadıktan sonra göğsümüzü dolduran hisler ve kafamızda kımıldayan düşünceler neye yarardı?”
sıra gelince hemen yanıbaşında bi taksi durdu. sırt çantasını içeri atıp, taksiye bindi, yerleşti, kapıyı kapadı.